Babası gözleri önünde evlerini basan bir ölüm timi tarafından yok edilen minik Eve, saldırganların birinin bileğinde çapraz işarete (X vari) sahip bir damga görür. Sonra da suikatçı yetiştiren ama bale merkezi görüntüsündeki Ruska Roma örgütüne dahil olup burada acımasız bir tetikçiye dönüşen Eve Macarro bir yandan parmakları kan içinde kalıncaya kadar bale eğitimini sürdürür, öte yandan da yumruklar, tekmeler, karate sanatından pasajlar eşliğinde hem iyi bir dövüşçü olur hem de talimler vasıtasıyla her türlü silahı kullanma konusunda üst düzey bir eğitim alır. Nihayetinde teorisini pratiğe dökme aşamasına gelir ve sahaya çıkarak kimi operasyonlarda kanlı görevler üstlenir...
Bu arada bir tesadüf eseri kendisine saldıran bir suçlunun kolunda gördüğü damga yarasını bir kez daha deşer ve babasının öldürenlere karşı içinde büyüttüğü intikam duygusuyla hareket etmeye başlar...
Bildiğiniz gibi günümüz sinemasında ‘James Bond’, ‘Mission: Impossible’, ‘Hızlı ve Öfkeli’ ve ‘Jason Bourne’ gibi aksiyon cephesinin öncü serileri arasına son dönemde ‘John Wick’ de katıldı. Köpeğinin öldürülmesi üzerine intikam motivasyonunuyla, uzak durduğu dünyanın içine yeniden dönen eski bir tetikçi karakteri üzerine inşa edilen ilk adımın ardından eldeki malzemenin potansiyeli görüldü ve arka arkaya çekilen filmlerle etkileyici bir seri oluşturuldu. Başrolünde Keanu Reeves’i izlediğimiz bu cephede bugüne kadar dört film çekilirken John Wick önce Rus, sonra İtalyan mafyasına, peşi sıra da suç konseyi niteliğindeki ‘Yüksek Şûra’ya karşı hayatta kalma mücadelesi vermişti. Girişte konusunu özetlediğim ‘Ballerina’ ise ‘John Wick’e ait ana gövdeye eklemlenen ve gürleşmesi beklenen yeni bir dal niteliğinde... Serinin ilk filmini Chad Stahelski-David Leitch ikilisi çekmiş, sonra Stahelski ‘solo’ olarak devam etmişti, yeni adımdaysa kamera arkasına Len Wiseman geçmiş. ‘Karanlıklar Ülkesi’ serisinin ilk iki adımında imzası olan Amerikalı yönetmen, en son ‘Gerçeğe Çağrı’nın (Total Recall) 2012 tarihli yeniden çevrimine imza atmıştı. Senaryosunu Shay Hatten-Derek Kolstad ikilisinin kaleme aldığı ‘Ballerina’, öyküsünde John Wick’i toplamda 10 dakikayı bile bulmayan bir sürede kullanıyor. Başlarda Ruska Roma’nın direktörüyle köpeğinin intikamını alması üzerine muhabbet ederken görülen Wick, sonlara doğru tekrar sahneye çıkıyor.
Len Wiseman’ın yapıtında da ana rota intikam duygusu etrafında tanımlanırken Eve Macarro aldığı eğitim sonucu tam bir ölüm makinesine dönüşüyor. Yönetmen ve teknik ekip de ana karakterin aksiyon sahnelerini olabildiğince estetize etmek için koreografik dokunuşlarla özel gayrete soyunurken alev makinelerini meseleye dahil ederek farklı görüntüler elde etmeye çalışmış. Hoş, birçok aksiyon yapımında görkemli sahneler ve alabildiğine estetik kadrajlar olsa da öykü ve diyaloglar genellikle vasatı aşamaz. Yaratıcı ekip böylesi filmlerde seyircinin salona hikâye için değil aksiyon için geldiğini bildiğinden bu türlü meseleleri de dert etmez. ‘Ballerina’da da başlarda sıkıcı ve klişe bölümler var ama iş vurdu-kırdı kısmına gelince taşlar yerine oturuyor ve beklenen sonuç alınıyor diyebiliriz.
Keanu Reeves’in John Wick’te tüm cool’luğuyla arzı endam ettiği yapımda Ana de Armas, Bond filmi ‘Ölmek İçin Zaman Yok’taki (No Time to Die) aksiyon stajının (!) ardından burada üzerine düşenin üstesinden gelmeyi başarıyor. Eve düşmanlarını alt ederken de tabanca, makineli tüfek, bıçak, kılıç, balta, alev makinesi, el bombasının yanı sıra buz pateni ayakkabısı bile kullanıyor. Ian McShane ve ‘rahmetli’ Lance Reddick bir kez daha New York-The Continental Hotel çatısı altında karşımıza çıkarken Ruska Roma direktöründe Angelina Huston’ı, Eve’in mücadele ettiği oluşumun lideri Şansölye’de Gabriel Byrne’ü, yok edilmesi için üzerine ödül konan eski suçlu Daniel Pine’da da Norman Reedus’u izliyoruz.
BALLERINA
Yıl 1956... Pek de sevilecek bir yanı olmayan acımasız kapitalist Zsa-zsa Korda özel uçağıyla seyahat ederken suikasta uğrar. Bu, onun ölümü için girişilen altıncı eylemdir. Olayın ardından servetini korumak ve kollamak adına pek de görüşmediği rahibe adayı kızını yanına çağırırak vârisi olmasını ister, öte yandan bir kısmını evlatlık edindiği dokuz oğlu (hepsi çocuk yaştadır) da vardır. Araları pek iyi olmasa da kızı Liesl babasının bu teklifini, kimi karanlık noktaların açığa çıkması adına kabul eder. Asıl derdi, söylentilere göre annesini öldürdüğü iddia edilen Korda’nın bu eylemi yapan kişi olup olmadığını öğrenmektir. Ya da eğer babası değilse gerçek katilin kimliğini ortaya çıkarmaktır. Baba-kız, Korda’nın böcekler konusunda uzman genç öğretmeni ve asistanı konumundaki İskandinav kökenli Bjorn Lund’la birlikte şirketi kurtarmak adına kimi çevrelerden borç ve destek almak için arayışlara koyulur. Bu arada Korda özellikle ABD piyasası için tehlikeli bir figürdür, durdurulması ya da yok edilmesi gerekmektedir...
‘Rushmore’, ‘Tenenbaum Ailesi’ (The Royal Tenenbaums), ‘Suda Yaşam’ (The Life Aquatic with Steve Zissou), ‘The Darjeeling Limited’ ve de özellikle ‘The Grand Budapest Hotel’ gibi yapıtlarıyla birçok sinemaseverin gönlüne taht kuran, kimi eleştirmenlere göre de ‘dâhi’ kabul edilen
(ki benim için bu tür unvanların ve methiyelerin çok uzağındaydı) Wes Anderson oturmuş tarzı ve dünyasıyla filmler çekmeyi sürdürüyor elbet. Lakin özellikle yanda konusunu özetlediğim son filmi ‘Fenike Planı’yla (The Phoenician Scheme) birlikte önceki iki çalışması ‘Fransız Postası’yla (The French Dispatch) ‘Asteroit Şehir’ (Asteroid City) göz önüne alındığında artık iyiden iyiye kendini tekrarladığını, çocuksu dünyasının eski ışıltısını kaybettiğini ve tükendiğini görmek mümkün (tabii ki bence).Ana karakter Korda ölümle yüz yüze geldiği anlarda siyah-beyaz görüntüler eşliğinde, bir ‘öte dünya’ atmosferinde geziniyor.
‘Fenike Planı’ üç ana karakterin eşliğinde ilerlerken Korda’nın yeni kaynak tahsisi için soyunduğu çabalarda karşımıza acemi Prens Farouk, basketbol sevdalısı iki kardeş Leland ve Reagan, eğlence sektöründen Marsilyalı Bob, nakliyeci Marty gibi profiller çıkıyor. Sonradan da devreye kuzen Hilda ve üvey kardeşi Nubar giriyor. Bütün bu toplam içinde Wes Anderson, senaryosunu Roman Coppola’yla yazdığı son adımında her zamanki gibi çizgi dışı karakterler geçidini sürdürüyor. Lakin bu durum komedisi anlar ya da öyküye ait unsurların tuhaf diyalogları sakince yansıtma halleri Anderson sinemasında bence giderek yorucu ve sıkıcı bir hale dönüştü. İşin kötüsü de yönetmen bu tabloya çare bulamıyor. ‘Fenike Planı’ özelinde Korda ölümle yüz yüze geldiği her durumda paralel bir evrene (rüyalar âlemi) uzanıyor ve siyah-beyaz görüntüler eşliğinde Tanrı ve melekler olduğunu sandığımız bir ‘öte dünya’ atmosferi içinde geziniyor. Burada kötücül işinsanı hesaba çekiliyor ama her seferinde hayata geri dönüyor. Söylemek istediğim; bu türden kaçışlar ve hınzırlıklar filmi kurtaramıyor.
Gözümüzü okşuyor ama...
Bana kalırsa Wes Anderson yaş almasına rağmen büyümüyor. Bunda bir sorun yok; çocuklukta ısrar; enerji, yaşama sevinci ve hayat dolu olmak demek ama benim kastım yönetmenin sinemasının bir türlü büyüyemiyor olması. Öyküleri ve filmleri sığ sularda gezinmeyi sürdürüyor. Bir de hayatla ilişkinizi ideolojik bakışın uzağında, ısrarla ebeveyn dertlerinin etrafında (‘The Royal Tenenbaums’ta Gene Hackman’ın, ‘The Life Aquatic with Steve Zissou’da Bill Murray’in, ‘The Darjeeling Limited’ta Anjelica Huston’ın, burada da Benicio del Toro’nun canlandırdığı karakterler üzerinden konuşuyorum) kurarsanız belki tutarlı olursunuz ama tekrarlardan öteye uzanamazsınız.
Oyunculuklara gelince; Korda’da Benicio del Toro fazlasıyla göz dolduruyor. Liesl’da Mia Threapleton’ı (Kate Winslet’ın kızı), böcekbilimci Bjorn’da da Michael Cera’yı izliyoruz. Yapımda irili ufaklı rollerde karşımıza çıkan ünlü isimlerden bazıları da şöyle: Scarlett Johansson, Benedict Cumberbatch, Jeffrey Wright, Bill Murray, Tom Hanks ve Willem Dafoe.
Sonuçta yer yer yaratıcı hamleler içerse ve yönetmeninin her daim alameti farikası olan çarpıcı renklerle beslenmiş bir görsellik sunsa da ‘Fenike Planı’ Wes Anderson adına yerinde saydığını gösteren bir hamle olmuş. Kurgusal bir coğrafyada ve ‘Fenike’ adlı ülke etrafında hırslı bir kapitalistin (bbc.com sinema yazarı Nicholas Barber bu karakter için “William Randolph Hearst, J Paul Getty, Aristotle Onassis ve Howard Hughes gibi süper zenginlerden ilham almış gibi görünüyor” diye yazmış) emellerini anlatan bu yapımın metaforik ifadesi, biraz zorlama bir okumayla; kendisine karşı düzenlenen onca suikastın ardından asıl yatırımını kızına yapan ve süreç içinde ‘insanileşen’ zengin bir babanın öyküsü olabilir.
Tom Cruise, Ethan Hunt rolünde yine tek başına filme damgasını vuruyor.
Hatırlanacağı gibi orijinali CIA propagandası olan 1966 çıkışlı bir Amerikan dizisi (ki sonradan ikinci bir dizi çabası da karşımıza çıkmıştı) 1996’da ana karakterini Tom Cruise’un canlandırdığı bir film olarak sinema sahnesinde boy göstermiş ve aradan geçen zaman dilimi içinde upuzun bir seriye dönüşmüştü. Bu hafta itibariyle ‘Mission: Impossible’ın perdedeki sekizinci yansımasını izliyoruz ve bu aynı zamanda bir devam filmi. Yedinci adım ‘Ölümcül Hesaplaşma Birinci Bölüm’ ismiyle geçen yıl vizyona çıkmıştı, ikinci perde de ‘Mission: Impossible-Son Hesaplaşma’ (Mission: Impossible-The Final Reckoning) adını taşıyor.
Orijinal dizinin aksine ana karakteri Ethan Hunt ve ekibinin örgütten bağımsız çalıştığı ama nihayetinde hem ABD’nin
hem de dünyanın çıkarlarını (!) koruduğu bir denklem üzerinden ilerleyen serinin bu son iki halkasında ‘Varlık’ (The Entity) adlı yapay zekâya karşı verilen mücadele anlatılıyor. İlk bölümde, geçmiş maceralarında dünyanın en yüksek gökdelenlerinde aşık atan Hunt’ın Alpler’in tepesindeki adrenalin yüklü sahnelerine tanıklık etmiştik, burada da benzer şekilde gökyüzünde geçen bölümler var ama kahramanımız aynı zamanda soğuk sularda gezinirken diplere dalıyor ve hipotermi tehlikesiyle bile baş başa kalıyor.
Eski usul teknikler
Konuyu kısaca özetlersek; ‘Varlık’ nükleer güce sahip ülkelerin sistemlerine teker teker sızmaya başlamıştır ve sıra ABD’ye gelmek üzeredir. Ethan Hunt ise Başkan Erika Sloane’un ve tüm kabinenin huzuruna çıkarak kendisine gerekli araç ve mühimmat verilmesi halinde elindeki ‘haç formuna sahip anahtar’ vasıtasıyla enkaz halindeki Rus denizaltısı Sivastopol’a giderek buradaki ‘Podkova’ cihazıyla anahtarı birleştirerek ‘Varlık’ı tuzağa düşürüp yok edeceğine dair söz verir. Kabinedeki muhalefete karşın Başkan Hunt’a güvenir ve Sivastopol’a yollar. Bu zorlu görev sırasında kendisine eli hızlı bir yankesici olan Grace, has adamı Benji, intikam hırsıyla dolu Paris ve ekibe sonradan katılan Degas yardımcı olacaktır. Ayrıca ilk filmde kısa bir rolde gözüken bilgisayar dâhisi William Donloe da onlarla aynı saftadır. Bu arada ‘Varlık’ adına çalışan ama kendine ait ‘gizli emelleri’ olan Gabriel de en önemli düşman olarak karşısındadır...
Brian de Palma imzalı 1996 yapımı ilk ‘Mission: Impossible’dan bu yana 29 yıl geçti; bu süre zarfında sinema da hayat da evrim geçirdi, onca olay onca gelişme yaşandı, ülkelerdeki liderler, dengeler değişti ama bütün bu devinime rağmen Tom Cruise, Ethan Hunt kimliğiyle aksiyonel bir karakter olmayı sürdürdü. Günümüz sinemasında bu türde yapımlara artık teknolojik dokunuşlar hâkim; heyecan sunan, aklımızı almaya çalışan birçok sahne bilgisayar ekranlarında yaratılıyor. Oysa Cruise bu duruma karşı çıkan bir anlayışla, el emeği göz nuru bir çabayla ve de eski usul tekniklerle, en önemlisi dublör kullanmadan yoluna devam ediyor. Benzer bir anlayışı yeniden gökyüzüne uzandığı 2022 tarihli ‘Top Gun: Maverick’te de perdeye taşımıştı. Bu bakımdan ‘Mission: Impossible’ serisinin böyle bir önemi var; başrol oyuncusu yaşı 63’e dayansa da kaslarından ve aksiyon tarzından taviz vermeden her yeni adımda farklı bir gösteriye soyunuyor. Bu serinin bir başka özelliği de aksiyon sahnelerinin çekimlerindeki geleneksel yapıyı öykü ve tarz açısından da yeniden inşa etmesi; Ethan Hunt, tıpkı James Bond gibi zamana ve modernizme direnen bir karakter. Gezindiği sular eski tip casusluk meseleleri. Ama ‘Son Hesaplaşma’ özelinde öykünün bu kez çok sıradan olduğunu söylemek mümkün. Başlarda adeta ‘çıkan kısım özeti’ tadında geçmiş maceralardan görüntüler sunan bir klip havasında bölüm var, sonrasındaysa Londra ve Washington’ın ardından Bering Denizi’ne, Kuzey Kutup Dairesi’ne ve nihayetinde Güney Afrika’ya taşınan hikâyede son derece soğuk sulara dalma bölümü az-biraz heyecanlı ama asıl adrenalin yükseltici sekans 10 bin fitte süzülen iki eski çift kanatlı uçağın düellosunda ortaya çıkıyor. Buradaki sahneler kuşkusuz filmin şahikası.
Ne var ki 2 saat 49 dakikalık bir süre zarfı içinde ağır ve çok da albenisi olmayan bir hikâyeyi bu ‘yüksek oktanlı’ bölümler bile ayakta tutmakta zorlanıyor bence. Önceki film de çok iyi sayılmazdı ama Hunt’ın motosikletiyle 4 bin metre yükseklikten paraşütle trenin üzerine atlaması ve akabinde trendeki kasayla birlikte ortaya çıkan baş döndürücü sahneler etkileyiciydi. Öte yandan aslında genel olarak aksiyonların en bilinen sorunlu yanlarından biri bazı karakterlerin vedası dolayısıyla karşımıza gelen duygusal sahnelerdir. Filmin geneli içinde inandırıcı olmaz ve yama gibi durur; burada da benzer meseleler kıyıya vuruyor.
Eski bir suçlu; Vincent. Sandy ve onun önceki evliliğinden oğlu DJ’le mutlu, beladan uzak bir hayatın içindedir. Derken reddettiği oğlu Rocco, hamile kız arkadaşı Marina ve eski eşi Ruth çıkagelir... Bu ziyarete ilişkin sis perdesi sonradan aralanacaktır; eski suç ortağı Leftie ve yanında çalışan Lonnie, Rocco’nun peşindedir. Peki ama bu takibin sebebi nedir; çok geçmeden bu mesele de kıyıya vuracaktır...
Senaryosunu John Pollono’nun kaleme aldığı, yönetmen koltuğuna da Dito Montiel’in oturduğu ‘Ayak Takımı’ (Riff Raff) Amerikan bağımsız sinemasının taze örneklerinden. New England kırsalındaki sakin akan yaşantısı geçmişine ait izlerin kendisini ziyaretleriyle bozulan eski kanundışı karakterin içine düştüğü çıkmaz etrafında biçimlenen yapım, kimi heyecanlandırıcı ve seyircinin kendisini kaptıracağı sahnelere sahip olsa da genel çerçevesi itibariyle ortalamayı pek aşamıyor. Çoğu arıza karakterlere sahip bir toplam içinde ‘Ayak Takımı’ kimi uçlara savruluyor, ilgi çekici noktalara uzanıyor ama yine de çarpıcı izler bırakamıyor.
Filmin ana motivasyonu genel hatlarıyla karakterlerin arıza biçimleri. Vincent western’lerdeki tövbe etmiş eski silahşorları andırıyor. Lakin tıpkı ‘Vahşi Batı’da olduğu gibi tartışmalı geçmişi bir şekilde kapısını çalıyor ve kendini hatırlatmak zorunda kalıyor. Karısı Sandy, oğlu DJ’le (ki yaşananları izleyiciye o aktarıyor) öykünün en günahsız, masum karakterleri... Eski karısı Ruth alkolik, kaba ve çılgın... Yaşının ona yüklediği ağırlıkları taşımak istemiyor, geçmiş günlerini ve ihtişamını arıyor. Rocco üzerine biçilen ‘işe yaramaz’ elbisesini çıkarmak konusunda gayretli gözükmüyor ama İtalyan kökenli Marina’ya sırılsıklam âşık ve ‘baba’ olmanın heyecanını taşırken bu durumun, ebeveyni Vincent tarafından yok sayılma hissiyatını da yok edeceği kanısında. Rocco’nun peşinde, eski suç yoldaşı Vincent’ın evine ve yeni hayatına doğru harekete geçen Leftie ise son derece soğukkanlı bir katil. Öte yandan yolculuk esnasında girdikleri dükkânın sahibinin ve uğradıkları evin komşularının öldürülmeleri için sunduğu gerekçeler de öyle eften püften ki... Onun da öncelikli sorunu, kapısını derinden çalan yaşlılık meselesi...
AYAK TAKIMI
◊ Yönetmen: Dito Montiel
◊ Oyuncular:
Fransız Aéropostale şirketinin pilotları olarak Henri Guillaumet ve Antoine de Saint-Exupéry, 1930’lu yıllarda Arjantin’de, And Dağları üzerinden kargo taşırlar. Bir sefer sırasında Saint-Exupéry uçuş rotası dışına çıkar ve nihayetinde zor da olsa okyanusa inmeyi başarır. Ne var ki Potez 25 tipi uçağı (1920’lerde Fransa’da tasarlanan tek motorlu model) dibi boylarken bir adaya sığınır ve Henri tarafından kurtarılır. Şirket bu olay sırasındaki uçağın kaybı dolayısıyla eleman eksiltmek de dahil birtakım kısıtlamalara gider. İkili, daha verimli çalışma adına farklı yollar denerken Henri Guillaumet tek başına zorlu bir yolculuğa atılır. Fakat akabinde kendisinden haber alınamaz. Mendoza’daki merkezde çalışan eşi Noëlle, kocasının bulunması için çabalarken Saint-Exupéry de yakın dostunu aramak için havalanır…
Bütün zamanların en çok okunan ve bilinen yapıtlarından ‘Küçük Prens’in (Le Petit Prince) yazarı Antoine de Saint-Exupéry 20’li yaşlarında pilot eğitimi almış; Avrupa, Afrika ve Güney Amerika’da havayolu kargo şirketleri için çalışmıştı. 2. Dünya Savaşı esnasında Fransız Hava Kuvvetleri’ne katılarak keşif uçuşlarında görev yapan Saint-Exupéry’nin uçağı 31 Temmuz 1944’te Korsika üzerinde kayboldu ve bir daha kendisinden haber alınamadı. Bu esrarengiz sonla birlikte eserlerine olan ilgi artarken her daim merak edilen, ilgi duyulan, zamana direnen kült bir yazara dönüştü… Arjantin’de doğan, daha sonra Fransız vatandaşlığına geçen ve halen Paris’te yaşayan Pablo Agüero, yukarıda konusunu özetlediğim son çalışmasında yazarın iki önemli yapıtı ‘Vol de nuit’ (Gece Uçuşu) ve ‘Terre des hommes’u (Bizde ‘Yel, Kum ve Yıldızlar’ çevirisiyle yayımlandı) harmanlayarak kurgusal bir öykü anlatmış.Filmde Noëlle Guillaumet’yi Diane Kruger, Saint-Exupéry’yiyse Louis Garrel canlandırıyor.
Çizgi roman tadında
Film elbette gerçeklere, yaşananlara ve söz konusu romanlara yer yer yaslanıyor ama Agüero’nun asıl derdi ‘Küçük Prens’in yaratıcısının hayatından bir kesiti şiirsel, hayal gücüyle donatılmış kimi dokunuşlarla sinemaya taşımak olmuş. Peki, bu amacın üstesinden geliniyor mu? Doğrusunu söylemek gerekirse hikâye çok güçlü değil ama zaten dert, metinden ziyade etkisini görsellikle sağlamak isteyen bir ‘saygı duruşu’ gibi geldi bana. Filmin adı kuşkusuz biyografik çağrışımlar sunuyor ama bu yapım gerçekçi çizgilerden ziyade hayal gücünün peşinde koşan ve bu arada sıkı bır dostluğun gerekliliklerini yerine getirmek için çabalayan, nahif, meselelere şiirsel yaklaşan bir karakterin profili üzerinde duruyor. Son derece katı bir kapitalist işleyişe sahip şirkette ‘zalim’ bir patrona hizmet eden hikâyenin kahramanları bir anlamda yüreklerinin götürdüğü yere gitmeye çalışıyorlar…
Saint-Exupéry’nin Guillaumet’yi arayışını kimi geri dönüşlerle kardeşi François’nın ölümüne bağlayan ve “Bir kardeşimi daha kaybedemem” motivasyonuyla hareket ettiğine vurgu yapan ‘Saint-Ex’in en güzel yanı elbette görüntü yönetmeni Claire Mathon’un etkileyici kadrajlarıolmuş.
Oyunculuklara gelince; Louis Garrel, zaman zaman hayal gücünü devreye sokan, çocuksu Antoine de Saint-Exupéry’yi rahatsız etmeyen bir tonda perdeye taşımış. Vincent Cassel de Henri Guillaumet’de ortalamayı tutturuyor ama Fransız kamuoyu kendisini canlandırdığı karakter için yaşlı bulmuş (ki haklılar, Saint-Exupéry 1900, Guillaumet 1902 doğumluydu). Noëlle Guillaumet’deyse Diane Kruger kısa bir rolde karşımıza geliyor.
‘Saint-Ex’in benim için en çarpıcı yanı Saint-Exupéry’nin Guillaumet’yi ararken
Paris, 1930’lu yıllar... Mischa Aznavurian, Fransa’da yeni bir hayatın rotasını çizmeye çalışırken özellikle göçmenlere hizmet eden bir restoran açar. Aznavour’s isimli bu mekânda çocukları Aïda ve Charles da çalışır. Ortamın kendine özgü atmosferi içinde çocuklar müzikle haşır neşir olur. Ne var ki lokantada işler iyi gitmez ve aile için zor zamanlar başlar. Derken Théâtre des Champs-Élysées için düzenlenen seçmelere Afrika aksanı yapan tek çocuk olan Charles katılır ve 9 yaşında ‘sahne tozu’na bulaşır...Filmde sanatçının Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından ailesini ihmal etmesi de anlatılıyor. Fransız şarkıcı Edith Piaf’a Marie-Julie Baup hayat veriyor.
Sonrasında zaman 2. Dünya Savaşı dönemine atlar; genç Charles ünlü şarkıcı Charles Trenet’yi taklit ederek sahneye çıkmaktadır. Ama asıl olarak kendi şarkılarını söylemek istemektedir. Tanıştığı besteci Pierre Roche ile yola devam ederken ikilinin önü açılır ve kısa zamanda şöhrete kavuşurlar. Günün birinde kendilerini izleyen Edith Piaf’la başlayan dostluğuysa onun bambaşka güzergâhlara yönelmesine ortam sağlar.
Hafızalarda iz bırakanlar...
Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın ortak imzalarını taşıyan ‘Aznavour’ (Monsieur Aznavour) yukarıdaki özetten de anlaşılacağı gibi ünlü Fransız şarkıcı ve söz yazarı Charles Aznavour’un hayat hikâyesinde dolaşan bir yapım. Malum, müzisyenlerin öyküleri sıkça perdeye taşınıyor. ABD cephesinde ‘Walk the Line’dan (Johnny Cash) ‘Ray’e (Ray Charles), ‘Elvis’ten (Elvis Presley) ‘A Complete Unknown’a (Bob Dylan), ‘Bird’den (Charlie Parker) ‘I Wanna Dance With Somebody’ye (Whitney Houston), ‘The Doors’tan (Jim Morrison) ‘What’s Love Got to Do With It’e (Tina Turner); Britanya cephesinde ‘Nowhere Boy’dan (John Lennon) ‘Bohemian Rhapsody’ye (Freddy Mercury), ‘Rocketman’den (Elton John) ‘Back to Black’e (Amy Winehouse), klasikçiler cephesinde bir başyapıt olan ‘Amadeus’tan (Mozart) ‘Immortel Beloved’a (Beethoven), ‘The Music Lovers’tan (Çaykovski) ‘Shine’a (David Helfgott) vs. her biri hafızalarda iz bırakmış yapıtlardı. Bizde de ‘Müslüm’, ‘Dilberay’, ‘Bergen’, ‘Cem Karaca’nın Gözyaşları’, ‘Murat Göğebakan: Kalbim Yaralı’ ve ‘Barış Akarsu-Merhaba’ son dönemde çekilen yapımlar olarak öne çıkıyor. Fransız sineması cephesindeyse en etkileyici adım kuşkusuz bizde ‘Kaldırım Serçesi’ adıyla gösterime giren ‘La Môme’du. Başrolünde Marion Cotillard’ı izlediğimiz Olivier Dahan’ın 2007 tarihli çalışması Edith Piaf’ı anlatıyordu. Ben Fransa kanadında kendi yetişme dönemimin şarkıcısı Dalida’nın hikâyesini nakleden ‘Dalida’yı da severim.
Biyografik çabalar her daim iki ana tercih arasında gidip gelirken eleştiri oklarını da bu yüzden üzerlerine çekerler:
Ya ele alınan gerçek karakterin hayatının tüm evrelerine odaklanılır ve bu yüzden ortaya çıkan yapıt yüzeysel bulunur. Ya da perdeye taşınan portrenin bir dönemi yansıtılır ve bu kez de ‘Niye bazı bölümler eksik kalmış; anlatılmamış’ türünden bir yaklaşımla karşımıza çıkan film beğenilmez. ‘Aznavour’un tercihi ilk seçenek olmuş. Sanatçının hayatı genel bir parantezde sinemaya taşınmış. Paris’teki çocukluk günleri, gençliği ve müzisyen olma çabaları, savaş zamanı Nazilerin peşine düştüğü kişileri evlerinde konuk etmeleri, aşkı ve ilk evliliği, ailesi, ablası Aïda’yla müziğe olan yatkınlıkları, Pierre Roche ile tanıştıktan sonra adım adım şöhrete uzanması, Edith Piaf’ın himayesine girmesinin ardından eşini ve yeni doğmuş kızını ihmal etmesi, ABD’ye, oradan da Kanada’ya (Montreal’e) geçmesi ve nihayetinde Piaf’a başkaldırarak kendi yolunu, ruhunu bulması ve tüm bu süreçte kırdığı, döktüğü insanlar...
‘Aznavour’ bir yanıyla ‘La Môme’u andırıyor (hatta önde Aznavour’u arkadan gördüğümüz, salonun tavanını da gösteren kadraj Olivier Dahan’ın filmindeki bir sahneyi akla getiriyor hemen) ama onun kadar ışıltılı olmadığı muhakkak.
Mehdi Idir ve Grand Corps Malade’ın bu ortak yapımının en dikkat çekici yanı, Charles Aznavour’un parayı ve çalışmayı seven biri olduğuna dair yaptığı vurgu olmuş. Ama bu durumu suçlayıcı bir tavırla perdeye taşımamışlar, sadece ele aldıkları karakterin aşkla, sevgiyle, muhabbetle çok ilgisi olmadığını, müziğe sığınılacak bir liman mantığıyla baktığını ve aslında yalnız bir adam olduğunu hatırlatmak istemişler. Amerika’da konserlerinde Frank Sinatra kadar ücret alacak noktaya gelen bu özel müzisyeni duygularını belli etmekte zorlanan bir profil olarak çizmişler. Öykünün en çarpıcı sahnelerinden birinde 25 yaşındaki oğlu Patrick’in ölümünün ardından cenaze töreninden ayrılıp hemen çalışmaya gittiğini ve bu arada topluluktan uzaklaşırken gözyaşlarını fark ediyoruz; bu bölüm onun mesafeli gözüken kişiliğinin bir ifadesiydi. Patrick onun evlilik dışı ilişkisinden doğmuştu ve 2018’deki vefatının ardından İsveçli eşi Ulla’dan doğan kızı Mischa, France Dimanch dergisine verdiği röportajda şunları söylemişti: “Patrick’in intiharı onun için her zaman derin bir yaraydı ve bu konuda asla konuşmak istemedi.”
Kimi bilimkurgularda sıkça rastladığımız ‘kıyamet sonrası’ bir ortam: Karanlık, cehennemi bir atmosfer ve yönetenlerle onlara köle gibi hizmet eden çoğunluk... Metalik bir hava ve haçlı ordularını hatırlatan kostümleriyle bir grup asker ve başlarındaki kadın yönetici, adeta ‘Jeanne d’Arc’ı andıran bir kadını infaz etmek üzereler. Çünkü o bir ‘cadı’dır... Adı Gray Alys olan bu cadı, ortaçağda hedef gösterilen masum kurbanlardan farklıdır çünkü doğaüstü güçlere sahiptir. Kendine özgü yeteneklerini kullanarak idam sehpasından kurtulur ve kaçar. Öte yandan Gray Alys, kendine özel güçler bahşetmesi için gelenleri geri çevirmez, belli bir ‘bedel’ karşılığı (paradan ziyade kıymetli eşya kabul eder) istenilenleri verir. Nitekim hasta yatağında ölümü bekleyen eşinin ardından tahta oturmayı hayal eden Kraliçe Merlange kapısını çalar. Ona âşık olan ve iktidarın bir parçasına dönüşmek isteyen Jerais de... Bütün hükümranlığın kendine bağlanmasını isteyen kilise, yani başındaki patrik ve himayesindekilerse cadının yok edilmesi ve tahtın kendilerine geçmesi için hamle yapar. Kendi başına buyruk bir karakter olan avcı Boyce’un yoluysa Gray Alys’le kesişir ve ikili ‘Kafatası Nehri’ne giderek asıl büyük tehlikeyi, Sardor adlı yaratığı bertaraf etmek için çabalar...
Yukarıda konusunu özetlediğim ‘Kayıp Dünya’ (In the Lost Lands), ‘Game of Thrones’un yazarı olarak tanınan George R. R. Martin’in kısa öyküsünden sinemaya taşınmış. Uyarlamanın yönetmenliğiniyse ‘Mortal Combat’, ‘Ufuk Faciası’ (Event Horizon), ‘Soldier’ gibi filmlerle öne çıktıktan sonra asıl olarak ‘Ölümcül Deney’ (Resident Evil) serisiyle tanınan Paul W. S. Anderson üstlenmiş. Anderson’la birlikte Constantin Werner’in kaleme aldığı senaryonun ifadesi olan yapım doğrusunu söylemek gerekirse tuhaf bir çekiciliğe sahip. Şöyle ki İngiliz yönetmen bu tür yaratıklı grafik aksiyonların ustası bir isim. Atmosfer yaratmayı ve seyircisini filminin içine çekmeyi bilen bir görselliğin en doğru adreslerinden. Nitekim ‘Kayıp Dünya’da da kayıtsız kalınamayacak bir stil ve özel bir dünya var.
İktidar savaşı
Kadrajları itibariyle aslında bir yanıyla bilimkurgu, bir yanıyla metalik renklerle donatılmış bir western izliyoruz. Büyük bir savaşın ardından kıyamet sonrası ortamda western türüne dair klişelerden oluşan bir anlatı var, lakin senaryonun yüzeyselliği, özellikle de kimi diyaloglarda karşımıza çıkan bu durum biçim ve öz arasındaki mesafenin bir hayli açılmasına neden olmuş. Boyce karakteri gereğinde tabancasına ve tüfeğine başvuran ‘yalnız bir kovboy’ adeta. Gray Alys ise karanlık güçlerin diyarından gelip iyinin yanında olan ve mücadele eden bir karakter. Öte yandan hikâyenin son katmanında iş başka bir türe uzanıyor ve karşımıza ‘Kurt Adam efsanesi’yle bu türün kendine özgü kuralları (ancak gümüşle yok ediliş gibi) çıkıyor. Meselenin ‘Taht Oyunları’ yanına gelince; öyküde Kraliçe’yle patrik arasındaki iktidar savaşını da izliyoruz.
Filmde öyküyü taşıyan iki ana portreden Boyce’u Dave Bautista canlandırıyor. Eski Amerikan güreş şampiyonlarından olan tecrübeli aktör hatırlanacağı gibi ‘Galaksinin Koruyucuları’ (Guardians of the Galaxy) serisindeki Yok Edici Drax karakteriyle öne çıkmıştı. Bautista ‘Kayıp Dünya’da Boyce üzerinden bir western tipolojisini ete kemiğe büründürmekte son derece başarılı. Cadı Gray Alys’te de Milla Jovovich’i izliyoruz. Malum, Ukrayna kökenli yıldız bu tür aksiyonlarda karşımıza fazlasıyla gelmiş bir isim. Burada da Bautista’yla gözü tırmalamayan bir ikili oluşturuyor (bu arada yazının başında ‘Jeanne d’Arc’ı andırma vurgusunu da kendisinin 1999 yapımı ‘Joan of Arc’ta bu tarihi figürü canlandırmasına gönderme olarak hatırlatmak istedim). Filmde Kraliçe Melange’da Amara Okereke’yi, patrikte Fraser James’i, Jerais’te Simon Lööf’ü, patriğin kadın komutanı Ash’te Arly Jover’ı, Mara’da Deirdre Mullins’i, Ross’ta da Sebastian Stankiewicz’i izliyoruz.
Sonuçta çizgi romanlara ya da yeni ismiyle grafik romanlara ilgi duyuyorsanız ‘Kayıp Dünya’ ana hattını western türü üzerinde kuran, büyülü bir dünyayı fonuna yerleştiren, ‘Kurt Adam efsanesi’ne de göz kırpan, izlemesi keyifli ama içeriği görsel ustalığıyla aynı paralellikte seyretmeyen bir film olmuş (finaldeki Gray Alys’le ‘Sardor’un mücadelesi grafik olarak çok güzeldi).
Son bir not: ‘Ölümcül Deney’ serisinin çoğunu izledim ama ilk kez ‘Kayıp Dünya’ vesilesiyle yeni bir bilginin farkına vardım; meğerse yönetmen Paul W. S. Anderson’la Milla Jovovich evliymiş ve çiftin üç çocuğu varmış...
Ve diğer seçenekler...
Yıl 1932, Mississippi’de kırsal bir bölge; Clarksdale... Elinde kırık bir gitarla kiliseye yönelen bir genç, Sammie Moore vaftizci babasının ayinine gidiyor ve kısa bir hesaplaşma yaşanıyor. Derken zaman bir gün öncesine taşınıyor. Yedi yıldır Şikago’da kendilerine (yasadışı yollardan) bir gelecek arayan ikizler, Smoke ve Stack artık memleketlerine geri dönmüştür. Kuzenleri Sammie’yi de yanlarına alarak yeni bir projeyi hayata geçirmek için hamle yaparlar. İçkili, dansın ve blues müziğin hâkim olacağı bir kulübü hemen o gece açmak niyetindelerdir. Smoke ruhani güçlerle haşır neşir olan eski sevgilisi Annie’yi davet eder mekânına. Sanatını sokaklarda icra eden blues şarkıcısı Delta Slim de sahneye çıkacaktır kulüpte. Servis ve hizmet için de Çinli bakkal Bo Chow ve karısı Grace’ten belli bir bedel karşılığı yardım isterler... Stack’ın eski gözdesi Mary ve Sammie’ye umut veren şarkıcı Pearline da konuklar arasındadır. Her şey güzel başlar; şarkılar söylenir, danslar edilir, aşklar tazelenir ama derken kapıda üç beyaz belirir ve işin rengi değişir...
‘Rocky’ serisine yeni bir halka ekleyen ‘Creed’e ve Marvel’ın solo olarak sahaya sürdüğü Afrikalı süper kahraman ‘Black Panther’ın beyazperdedeki iki serüvenine imza atan Ryan Coogler’ın, konusunu yukarıda özetlediğim son çalışması ‘Günahkârlar’ (Sinners) tuhaf bir denklemin ifadesi. Yakın geçmişteki popüler rotasını terk eden siyah yönetmen bu yeni adımında anaakım sineması içinde son derece katmanlı bir yapıta imza atmış. Söz konusu yapım siyahların eğlence dünyasında geziniyor gibi yapıyor, Şikago’nun çetelerle örülü ortamında kazandıkları deneyimin ardından para kazanıp rahat yaşamak isteyen ikiz karakterler öncülüğünde seyircisine müzik dolu bir öykü vaat ederek başlıyor. Lakin ‘Günahkârlar’ Smoke ve Stack ikilisinin ‘Blues Kardeşler’ misali takımı toparlama ve sahaya çıkma aşamalarında turladıktan sonra asıl rengini belli ediyor. İrlanda ezgileri eşliğinde kulübün kapısını çalan Remmick’le birlikte öykü yatağını değiştiriyor ve bir ‘vampir filmi’ne kapı aralanıyor.
‘ISIRILAN’ ÖBÜR TARAFA GEÇER
Bu türün klişelerini bilirsiniz, çocukluğumuzdaki ‘yakantop’ oyununda olduğu gibi yanan (yani ‘ısırılan’) öbür tarafa geçer ve rakip (düşman) kimliği kazanır. Burada da Remmick ve daha önce onun ısırıp safına kattığı Joan ve Bert çiftinden oluşan ‘üçlü’, kulüpten çıkanı ‘sobeleyerek’ vampire dönüştürüyor ve koca bir topluluk mekânda kalan az sayıda insanı da ısırmak için saldırıp duruyor... Vampirlerden korunmak için en önemli savunma unsurlarından biri olan sarımsak ve onları yok etme yolundaki en garantili yol olan göğüslerine kazık çakmak devreye girse de asıl kurtuluşu sağlayan güneşin doğma vakti, kalanlar için umudun ta kendisine dönüşüyor. Gün yavaş yavaş ışırken kayıplar listesi de oldukça kabarıyor.
‘Günahkârlar’ı dönem havası ve genel atmosferi itibariyle ‘The Color Purple’ (Yön: Steven Spielberg) ya da ‘The Thing’ (Yön: John Carpenter) gibi yapımlara da benzetenler var ama asıl adres sanırım ‘Günbatımından Şafağa’ (From Dust Till Down) olsa gerek. Hatırlanacağı gibi Robert Rodriguez’in George Clooney, Salma Hayek, Quentin Tarantino, Harvey Keitel gibi isimlerden oluşan kadroya sahip yapıtı bir ‘yol filmi’ edasında ilerlerken birdenbire vampirler hattına kayıyor ve bambaşka bir şekle bürünüyordu. Ryan Coogler’ın çalışması da pamuk tarlaları arasında siyahların dramı gibi meseleler arasından sıyrılıp benzer şekilde ‘ısıranların ve ısırılanların evreni’ne dahil oluyor.
Günahkârlar
◊ Yönetmen: Ryan Coogler